İslam peygamberi Hz. Muhammed (sas) 622 yılında Mekke’den Medine’ye hicret etti. Hz. Muhammed Medine’ye geldikten kısa bir süre sonra Müslümanlar ve Medine’deki diğer topluluklar arasında bir anlaşma ve dayanışma belgesi olarak Medine Sözleşmesini oluşturdu.
Medine Sözleşmesi, Medine’deki farklı topluluklar arasında bir tür anayasa işlevi görmüştür; Müslümanlar ile diğer kabileler arasında barış, güvenlik ve iş birliği sağlanmasını amaçlanmış, Hz. Muhammed (sas) böylelikle farklı dini ve etnik gruplar arasında birlikte yaşama esaslarını belirlemiştir.
Sarp yokuşun ne olduğunu sen ne bileceksin?
“Özgürlüğün elinden alınmış birini özgürlüğüne kavuşmaktır.” (Beled_12/13.)
Özgürlük Paha Biçilmez Bir Şeydir
Hz. Muhammed Nübüvvetinin (peygamberlikle görevlendirilmesinin) ilk yıllarında büyük bir baskı altında idi ve o çağ, öyle bir çağdı ki insanın kıymetsiz olduğu, bazı bölgelerde kızların diri diri gömüldüğü ve ırkçılığın had safhada olduğu bir topluma öncülük misyonunu yüklemişti.
İyiyi inşa etmek kolay değildi elbette, Hz. Muhammed (SAS) iyiyi inşa etmek için mücadele verirken zulüm gördü, yerinden yurdundan edildi, büyüdüğü toprakları terk etmek zorunda kaldı. Dönemler ve koşullar farklı olsa da.
İktidara sevdalı zalimlerin zulmü birbirine benzerdir, kendilerine karşı en ufak bir muhalefete tahammülleri yoktur. Koltuklarına halel gelmesini istemezler zira.
Hz. Muhammed (sas)
Bütün bu zulüm ve baskılara rağmen Medine Sözleşmesiyle farklı toplumların hak ve hukukunu felaha erdirecek bir sistemi oluşturarak, devrim niteliğinde bir eylemi gerçekleştirmişti.
Ve ancak kendilerini İslam peygamberinin ümmeti olarak lanse edenlerin ülkelerine baktığımızda hiç birisinde huzurdan eser yok. Onlar için halkın refahının hiçbir kıymeti yoktur. Kimi sarayının büyüklüğüyle itibar kazanma uğraşında, kimileri de altın klozetiyle gösteriş derdinde.
Oysaki bütün kaynaklarda ümmeti oldukları peygamberin yaşam tarzına baktığımızda gösteriş ve israftan uzak, halkın içinde ve halktan biri olduğu aktarılmıştır.
Hz Muhammed (sas) vahyi ete kemiğe büründüğünü Medine sözleşmesinin yanı sıra “Köle olan Bilal’i, (Bilal-i Habeşî, İslam peygamberi Muhammed’in sahabesi ve ilk müezzini, yani ilk ezanı okuyan müezzin, Habeşistanlı köle bir ailenin çocuğu olarak Mekke’de dünyaya geldi) Ömer bin Hatabb’a (İslam’ın ikinci halifesi Hz Ömer) imam kılmasının örnekliğinde görmekteyiz, bu eylem öyle bir şey ki ırkçılığı ve sınıfsallığı ortadan kaldıran bir eylemdir.
Hz Muhammed Bilal’i Habeşi’yi imam tayin ettiği vakit Ömer bin Hattab kendi içinde bunu hazmedemiyordu ve Bilal’i küçümseyerek, Kara Kadının Oğlu diye hitap etmiş psikolojik baskı uygulamıştı, ancak Hz Muhammed’in tepkisinin karşısında Ömer bin Hattab, Bilal’i Habeşi’den özür dileyerek imam tayin edilen köle (!) Bilal’le birlikte namazda saf tutarak nefsini terbiyeye tutmuştu ve böylece namaza durarak seçkin olan Ömer bin Hattab’ın, köle olan Bilal’den hiçbir üstünlüğü olmadığının kanıtlamış oldu.
Allah vahyin de hitaben der ki kuluna, “O’nun kanıtlarından biri de, gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olmasıdır.” (Rum süresi 22. ayet)
Bu bağlamda İslam ülkelerinin Medine sözleşmesiyle birlikte yukarıda belirttiğim sadece bu iki ayetle birlikte ve ‘Hılful Fıdul’a (Hilfü’l Fudul, Peygamberin zamanında saygın kişilerin önderliğinde kurulmuş sonrasında Peygamberin de üye olduğu bir barış cemiyetidir.) benzer STK’ların ülkelerinde sistemini oluştursalardı, bakın bakalım denizin dalgalarıyla birlikte sahillere vuracak cesetleri bulabilecek miydik? Ve bu toprakların üzerinde hiç dinmeyen kavgaların kırıntısını da …!
Veya belki oğlum geri eve döner diye evini Otuz yıl boyamayan Kürt annelerin ağıtlarını duyabilecek miydik? Kürt kadınlarının dramlarından sadece biridir.
(Tam otuz yıl evini boyamadı olur da belki oğlum geri eve dönerse evimizi tanımaz diye! Yazık ki oğlunun dönüşünü görmeden vefat etti)
Birçok Kaynakta Hz. Muhammed’in nübüvvetinden önce “Hilful Fıdul”un (erdemliler) dil, din ve ırk ayrımı yapmadan, gasp edilen insanın emeğini koruma amacıyla kurulan bu kurumda yer aldığını, Hz Muhammed vahiy aldıktan sonrasında da “eğer Hılful Fıdul tekrar kurulsa yine orada yer alırım” sözü aktarılmaktadır.
Esasında kişi İslam inancıyla hem hal olduktan sonra ömrü boyunca rahat yüzü görmeyeceğinin sözünü vermiş oluyor Allah’a.
Ey Rab, sana söz verdiğim doğrultuda bundan sonra güzelin inşası için yaşamım boyunca kötülüğe karşı çaba içerisinde olacağım denilmekte. Din İnsanı pasif halden alıp aktif hale sevk etmektedir ve dili dini rengi ne olursa olsun kul hakkına riayet etme zorunluluğu vardır inanların. İslam’ın ilkelerinde ‘aynıcılığı’ dayatmak vahye aykırıdır. Farklılıkların üzerinden tahakküm kuruluyorsa eğer, bu Kur’an’ın emri değil aksine insanın pasif halden aktif hale geçmeme durumdur bu. Yani kişinin kendi nefsine yenik düştüğünün göstergesidir.
Allah’ın ilkelerini kulak ardı etmektir.
Müslümanlar, aynıcılığı dayatma günahından vazgeçmelidir.