Kalın gözlüğüyle, bakımsız tıraşsız yüz hatıyla ve üstüne giydiği kirli pasaklı giyeceklerle bizim ayyaş, usulca çok bilmiş veya kendisini öyle sanan adamın yanına yaklaşır ve sorar—
-Eee, herşeyi bilen adam, bugün bize birşeyler anlat da, yeni şeyler öğrenelim.
Üzerinde jilet gibi duran elbisesi ve sinek kaydı tıraşıyla bizim çok bilmiş adam, hafif biraz kasılarak ve biraz da bu övgülerden memnun kalarak,
-Ehh kendimizce birşeyler biliyoruz tabi..
-Haydi haydi nazlanma anlat, dedi ayyaş adam.
-Peki, ne anlatayım?
-Madem herşeyi ve her türlü bilgiyi biliyorsun o halde bilgiyi, ya da bilgi nedir, onu anlat?
Çok bilmiş adam bu sorudan pek memnun kalmamıştı. Bu kadar derin bir konuyu nasıl iki kelimeyle anlatacaktı? Hem nasıl olurdu da böyle bir insan böyle bir soruyu ona sorabilirdi, bir türlü aklı ermemişti. Ama yine de bozuntuya vermeden,
-Hımmm, bilgi mi? Biraz tereddütlü bir şekilde, bilgi; insan aklının alacağı her türlü gerçek ve olgulardır, dedi.
-Peki, bildiğimiz veya duyduğumuz her bilgi gerçek bilgi mi? diye sordu bizim ayyaş..
-Eee tabi, Platon’un da bundan 2500 yıl önce dediği gibi; bilgi; onun gerçek olduğuna, ona inandığına ve onu birşeyle gerekçelendirdiğinde o bilgi gerçek bir bilgidir.
-Emin misiniz?
-Mademki Platon öyle demiş, o halde ben de eminim dedi, çok bilmiş adam.
-O halde müsaadenizle bu konuyla ilgili sana yaşanmış bir olayı anlatayım bakalım ne düşüneceksiniz?
-Haydi anlat,” dedi istemiye istemiye bizim çok bilmiş adam.
-Bizim ayyaş başlamış anlatmaya. “Bir gün, bir devlet kurumunda adının Ali olduğu ve insanlara yardım ettiğini duyan Hasan emi, aylardır aksayan işini ancak Ali beyin yapabileceğini düşünmüş ve ayağının tozuyla o devlet kurumuna gitmişti. Öyle ki Hasan emi oraya giderken Ali beyin ona yardımcı olacağına inanıyordu. Ve bu inanç Hasan emi için artık gerçek bir bilgiydi, öyle değil mi? Yani Ali bey herkesin işini yapıyor bilgisi..”
-Evet, öyle.
-Hasan emi, devlet kurumuna giderken hemen Ali beyi sorar. Orada genç bir adam; “Ali bey benim” der ve orada onun aylardır aksayan işini işini kısa bir sürede hal eder. İşte o saatten sonra, o devlet kurumunda Ali bey diye birisi, zor durumdaki insanların işini yapar gibi artık sarsılmaz bir bilgi olmuştu Hasan emi için. Sadece Hasan emi için değil, o yerleşim yerindeki herkes için öyle bir kanı oluşmuştu. Bu artık bir bilgiydi öyle değil mi?”
-Evet, öyle, dedi bizim çok bilmiş adam.
-Şimdi,” dedi ayyaş. O devlet dairesinde vatandaşlara yardımcı olan gerçek Ali bey aslında o gün hastaymış ve işe gelmemişti. O gün o devlet kurumunda daha yeni işe başlayan bir genç vardı ve onun da adı Ali imiş. O genç Ali hem vatandaşın işini yapmak ve hem de müdürün gözüne girmek için çok zor olan o işi yaparak mesai arkadaşlarından ve müdürden bir aferin almak istiyordu. İşte Hasan eminin işini yapan Ali bey aslında o duyduğu o Ali bey değildi. Oysa Hasan emi işini yapanın o duyduğu Ali olduğunu ve bunu da bir gerçek olarak kabul etmişti. Yani bir bilgiydi Hasan emi için, öyle değil mi?
-Evet öyle.
-Ama doğru değildi. Hasan eminin işini başka birisi yapmıştı.
-Evet, dedi çok bilen adam.
-Demek, duyduğumuz veya gerçek sandığımız bilgiler pekala gerçek bilgi olmayabilirmiş..
Biraz düşünceli ve biraz da sinirli gibi gözüken çok bilmiş adam, sonunda dayanamayarak;
-Bunu da sabah sabah nereden duydun ya, beni meşgul edip duruyorsun be adam..
-Herhalde Platon’un bilgiyi bilmek konusundaki 2500 yıllık görüşlerinin daha hala geçerli olduğunu düşünüyorsun, öyle mi? Ya, o 2500 yıllık görüşü bu yukarıdaki Ali bey örneğiyle çürütten Amerikan filozof Geitter’e ne diyorsun, dedi ayyaş adam?
-Git be başımdan sabah sabah bana nereden bulaştın, diye bağırdı çok bilmiş adam.
-Niye kızıyorsun ki? Biliyorsun ki, herşeyi bilmediğine inanan ve herşeyi bilmenin mümkün olmadığına inanan insan karşı tarafa kızmaz. Tam tersine kendi oranında bildikleriyle onu ikna etmeye çalışır. Oysa sende ne bilmediğini bilme mevcut ve ne de ikna etmek için bilgi mevcut.
-Şimdi sen ne diyorsun? Senin gibi insanlara harcayacak zamanım yok, dedi çok bilmiş adam.
-Ha işte tam da üstüne bastın. Şu an madem zaman dedin o halde bana zamanı anlat. Zaman nedir?
İşte bu konu daha da çetrefil bir konuydu. Bütün filozofları meşgul eden ve adına binlerce ciltlik yazı yazılıp hala bir sonuca ulaşılmayan bir bilinmezlikti, zaman konusu. Newton’un zaman anlayışı mı, Einstein’ın mi, günün teknolojisi mi, 5000 yıl önce zamanla ilgili çok etkili şeyler bulan Sümerlerin mi, ya da çok etkili filozofların zamanla ilgili yazdıkları mı? Şimdi bunlardan hangi zamanı anlatacaktı. Peki zaman ve mekan neydi, ya Heraklios’un, akan bir derede aynı suyla iki defa yıkanamazsın dediği hangi zamandı? Off ne kadar zor bir soruydu bu soru. Şimdi sırası mıydı bu sorunun. Yoksa birileri onu mahçup etmek için bu ayyaşı mı kullanıyordu?
-Bana bak ayyaş mısın, in misin, cin misin bilmiyorum ama tüm bunları sana anlatmak için şu an hiç zamanım yok. Hem sen ne anlarsın bu tür konulardan. Bak üstündeki kirli pasaklı giyeceklere, bak o kirli sakallara senin kendine hayrın yok. En iyisi, sen git içki içmene ve çakır keyfine bak, dedi çok bilmiş adam.
-Boş ver be çok bilmiş adam. Sen hala çok bildiğine inan. Öyle ya, benim gibi ayyaşlar ne anlar bilgiden, dünyadan, kozmozdan. Ama ne demişti Ziya Paşa; çok insanlar gördüm üstünde elbisesi yoktu, çok elbiseler gördüm içinde insan yoktu diyerek, çok bilmiş adamı binbir soruyla ve bilinmemezlikle başbaşa bırakarak oradan uzaklaşır..
NOT: Buradaki iki kişilik diyalog, böyle çetrefil konuları anlatmak için başvurmak zorunda olduğumuz hayali bir diyalogdur. Bilginize sunulur..