Ekmek, su ve karpuz / Yusuf Z. Sütcü

 

’’Öykü’’

 

   Annesinin, hergün yaptığı gibi Beko beko diye bir yandan çağırarak bir yandan da kapının zilini çalmasıyla gözlerini ovarak uyandı Bekir.

Saat yine hergün olduğu gibi 11’i geçiyordu. Danimarka’da her sabah çok erkenden uyanıp çalıştığı yaşlıların kaldığı bir huzur evinde sabah saat: 6.45’de işbaşı yaptığı için tüm 11 ayın uykusuzluğunu böylece köyde kaldığı 1 ay boyunca gidermeye çalışyordu.

  Bekir, banyoya girerek güzel bir duş alarak hemen ardından mutfağa geçerek, yufka ekmek ve çökelekten oluşan çok güzel bir kahvaltı yaptı.

  Annesi de, komşulardan aldığı taze tereyağı ve taze yumurtaları bir poşete koyarak dış kapının koluna asmıştı.

  Açıkçası 11 ay boyunca böyle bir kahvaltı yapmak için can atıyordu Bekir.

  Bekir’in evi köyün en küçük evlerinden birisi olup, babasının kaldığı evin bahçesinin hemen kuzeyinde inşa edilmişti. Kahvaltı esnasında eşi, dişlerinden birisinin ağrıdığını söyleyince birlikte Kulu’da dişçiye gitmeye karar verdiler.

 Evlerinden çıkarak arabalarına binip, anne ve babasının oturduklara evlerin yanından geçip bahçenin ana dış kapısına yönelirken annesinin bir ağacın altında oturup birşeylerle meşgul olduğunu farkettiler.

  Bekir arabadan inerek annesine doğru giderek, ilçeye gideceklerini ve bir ihtiyaçlarının olup almadığını sordu;

  Annesi;

   – Walla, tu qemayen me tunnen qurban,(Vallaha pek bir ihtiyacımız yok)  bir ekmek, bir galon su ile bir karpuz alırsan yeterlidir. Sen yine de bir de babana sor bir eksiği varmı diye.

   Gerçi, babanın 2 misafiri de oturuyor içerde ama sen yine de bir ihtiyacın var mı diye bir sor babana.

  Bekir, babasının oturduğu balkon adasından içeriye girdiğinde, gerçekten de 2 misafirin oturduğunu gördü. Babası yine her zaman olduğu gibi sabah erkenden uyanmış, sabah namazını kıldıktan sonra biraz daha uyumuş ve daha sonra da annemin hazırladığı kahvaltısını yapardı. Daha sonra ise, evinin hemen önünde çitlerle çevrili bostanına girerek ektikleri sebze ve meyve ağaçları ile meşgul oluyordu hergün.

  Fakat bugün misafirleri geldiği için, henüz bostana gitmemişti daha.

  Bekir’in babasının misafirlerinden bir tanesi köyde sürekli olarak yaşayan Ali adlı kuzenlerinden birisi idi.

  Babasının Ali adlı bu kuzeninin dedesi cumhuriyetin ilk yıllarında, önce köyde süregelen kıtlık nedeni ile Yozgat-Yerköy’e göçmüş ve Yerköy’de önce bir ağanın yanına yerleşerek yaşamını sürdüren Ali’nin dedesi çok iri cüsseli olduğu için çevrede ’’Koca Kürt’’ lakabı ile tanınmıştı. Ali’in dedesi çalışkanlığı, gayreti ve dürüstlüğü ile ağanın ve çevrenin beğenisini kazanmış ve bu yöreden bir kadın ile evlendirilmişti.

  Tam da  o sıralar soyadı kanunu çıkınca kendisine ’’Türkoğlu’’ soyadı verilmişti. Daha sonra katıldığı çanakkale savaşında bir ayağını kaybederek yaşadığı köye geri döner.

  Çok uzun yıllar boyunca Yozgat-Yerköy yöresinde  yaşayan ve çoluk çocuk sahibi olan Ali’in dedesi daha sonra 1940’lı yıllarda köydeki akrabaları tarafından tekrer köye getirilmişti. Bekir’in babasının kuzeni Ali daha sonra Yozgat-Yerköy’den evlendiği eşini ve çocuklarını yanına alarak Konya’ya yerleşerek Kulu-Cihanbeyli otelinin hemen altında küçük bir bakkal dükkanı çalıştırmıştı yıllar boyunca.

  Bekir’in babasının diğer misafiri ise, Bekir’in annesinin dayısı olan Bektaş dayı idi. Bektaş dayının da babası da 1930’lu yllarda halen süregelmiş olan kıtlık yıllarında yiyecek hiçbir şeyi olmadığı için, uzaktan akrabası olan köy ağasından yiyecek bir şeyler istemiş ve ağanın hiç bir yardım yapmamasına sinirlenerek eşini ve çocuklarını yanıana alarak Aydın-Söke’ye giderek oraya yerleşir.

  Soyadı kanunu çıktığında da, ikamet ettikleri köye gelen nüfus memuru ailenin o zamanlar Şeyh Sait isyanı nedeniyle batıya sürgün edilen kürt ailelerden birisi zanedilerek onlara, Şeyh Sait’in ailesine verilen ’’Fırat’’ soyadı verilir.

  Fırat soyadını alan Bektaş dayının babası bu soyadını 1940 yılında tekrar köylerine döndüğünde değiştirerek başka bir soyadı almıştı. Bektaş dayı diğer köylülerin aksine hemen hemen hiç kürtçe konuşmaz ve özellikle türkçe konuşmaya özen gösteriyordu. Diğer yandan da çocukluğu Aydın-Söke’de geçtiği için diğer köylülere göre biraz daha becerikliydi. Bu nedenle de diğer köylüler tarafından ’’İnce fikirli’’ olarak tanınıyordu.

  Bekir’in babasının misafirleri balkon da oturmuş kahve içiyorlar ve bir taraftan da hararetli bir şekilde yüksek bir sesle kendi aralarında konuşuyorlardı.

  Bekir, babasının misafirlerin tek tek hoş geldin dedikten sonra, dışarıda arabada kendisini bekleyen eşini unutarak misafirlerin yanına oturdup onların sohbetini dinlemeye başladı.

  Bekir’in babası ile misafirleri mevcut hükümetin icraatlarını öve öve bitiremiyorlardı. Ali amca, yolların nasıl da duble olarak yapıldığını, Kulu’da ki hastanenin nasıl modern olarak yapıldığını ve herkese yeşil kart verilerek bedava tedavi imkanı sağlandığını söylerken Bulduk dayı ise, okuma yazma bilmiyen yaşlılara Kulu’da özel okul açıldığını söylüyordu. Aynı şekilde, Bekir’in babası da köyde kadınlar için kuran kursu açıldığını söyleyerek böyle hayırlı bir proje gerçekleştirdiği için hükümete müteşekkür olduklarını söyledi.

  Bu sözler üzerine dayanamayan Bekir söze katılmak zorunda kaldı;

  – Bakın, bu hükümetin bazı politikaları doğru olabilir ama bu tüm yaptıkları hizmetleri kendi ceplerinden yapmıyorlar herhalde. Daha önceki hükümetler belki bu kadar hizmet yapmamış olabilirler ama bu hükümet de Avrupa birliğinden aldığı milyarların küçük bir kısmını yatırımlara ayırırken bu paranın büyük bir kısmını ise Kürt halkının haklı özgürlük mücadelesine karşı kullanmaktadır.

   Bekir sözlerine devamla;

  – Bu övüp durduğunuz hükümet, kürt halkınının varlığını resmi olarak kabul etmiyor binlerce seçilmiş kürt siyasetçi görevlerinden alınıp hapse atılıyor. Hergün kürt köyleri bombalanıp suçsuz günahsız insanlar öldürülüyor, daha geçenlerde 2 sivil köylü helikopterden aşağı atılarak 1 tanesinin ölümüne yol açmıştı.

  Bekir bunları söylediğinde, Ali amca Bekir’e yan yan bakarak;

  – Bak yiğenim, daha çok gençsin ve siyasetten de anlamadığın gayet iyi anlaşılıyor. Böyle sözleri senden duymak benim çok tuhafıma gidiyor.

  Bak bir de yıllarca okullara gidip eğitim almışsın ama halen Türkiye’yi bölmek isteyen dış güçlerin farkına varmamışsın. Yaşadığın o küçücük Danimarka bile, Türkiye’yi bölmek için bir Kürt televizyon kanalı açıyor fakat senin gibiler bunun farkına bile varamıyorsunuz.

  Bekir bu sözler karşısında daha fazla dayanamadı ve bak Ali amca;

  – Kürt televizyon kanalını hiç kimse Kürlere yardım olsun diye açmıyor ve nihayet Danimarka ile Türkiye ‘’Nato’’ genel sekreterliği üzerinde anlaşarak bu televizyon kanalını hiçbir hukuki gerekçeye dayandırmadan kapatıverdiler. Türkiye’de binlerce kanal yayın yaparken, Kürtlerin tek bir tv kanalının olması Türkiye’yi mi bölecek acaba? Dediğinde babası Bekir’e dönerek;

   – Bak oğlum böyle saçma sapan konuşmalar yaparak misafirlerimin canlarını sıkmanın bir anlamı yok. Ben seni yıllarca bu bölücü fikirleri savunman için mi okullara gönderip okuttum, keşke seni o gittiğin okullara hiç göndermeseydim.

  Yazıklar olsun sana verdiğim emeklere, hadi çık dışarı da bir hava al dediğinde Bekir’in morali çok bozulmuş ve hızlı bir şekilde dışarı çıkarak arabasına doğru yöneldiğinde annesi ile eşinin bir ağacın altında oturarak sohbet ettiğini gördü ve eşini uzun süre beklettiğini hatırlayarak utandı biraz.

  Bekir hiç bir söylemeden arabaya asık suratlı bir şekilde binerek tam gaza basacağı sırada,  annesi;

-(Hayde riya we roni be, Nen, ave bi zeveş ba birmakin). Haydi yolunuz açık olsun oğlum, ekmek, su ve karpuz almayı unutma sakın dediğinde başını tamam unutmam diye mırıldanarak  salladı başını.

  Köyün içinden geçerken insanların köyün camisinin önünde öbek öbek oturduklarını ve gelip giden arabalara anlamsız bir şekilde boş boş bakışlarına bir anlam veremiyordu Beko.

  Köyün çıkışında eşi, niye moralinin bozuk olduğunu sorduğunda biraz önce Ali amca ile kendi babası arasında olan tadsız tartışmayı aktardı eşine.

  Eşi ise;

   – Bak canım, bu insanların bu düşünceleri hemen bir günde oluşmamıştır ve yüzyıllardır süren feodal bir yaşam biçimi ile devletin resmi inkarcı ve asimilasyoncu Kürt politikası birleşerek böyle bir tablo ortaya çıkarmıştır.

  Eşinin bu bu konuşması Bekir’i bayağı teskin etmiş ve moralı tekrar düzelmişti. Bekir içinden;

   – Bunları ben de teorik olarak biliyorum ama yine de insan gerçek yaşamda böyle bazan duygusallaşabiliyor. Halbuki ben de bu yaşlı insanların kendilerini böyle bağnazca inkar etmelerini onların kendi istemiyle değil devletin resmi inkarcı politikasının bir sonucunu olduğunu içime sindirmem gerekirdi ve biraz daha alttan almam gerekirdi diyerek kendi kendini eleştirdi.

  Bekir ve eşi, Atatürk caddesi üzerinde bulunan diş doktoru Yunus Dağcı’ın  yanına vardıklarında saat; 11.30 ’a varmıştı.

  İçerisi tıklım tıklım, genelde Avrupa’dan izinli gelen kadınların çoğunlukta olduğu müşteriler ile doluydu. Bazen müşteriler bekleme odasına da sığmıyarak ta ana giriş kapısının dışına kadar taşıyorlardı.

  Müşterilerin çoğu, yeteri kadar sayıda oturacak sandalye olmadığı için yakta beklemek zorunda kalıyorlardı.

  Bekir bu kadar çok sayıda müşerinin beklediğini görünce uzun zaman bekleyeceklerini düşünerek giriş kapısının hemen yanında ayakta beklemeye başladı.

  Eşi ise, oturmakta olan kadınlardan bazıları ile sohbet etmeye başlamıştı ve oturmakta olan bir kız çocoğunun yer vermesiyle onun yerine oturuverdi.

  Bekir öylece ayakta beklerken yıllar önce, Konya maarif yurdunda bereber kaldıkları Şerefli’li Doğan Durukan’ı yüzündeki yanık izinden tanıdı hemen. Hemen selamlaşıp geçmiş yıllar hakkında sohbet etmeye başadılar.

  O sırada ana kapıdan girenlerin bazıları direkt olarak doktorun bulunduğu bölüme geçiyorlardı. Bu içeri girip çıkanlardan cesaret alan Bekir’de doktorun yan tarafta bulunan bölmesinin kapısını açtı ve içeride 3 hastanın 3 ayrı dişçi koltuğunda oturduklarını ve 5-6 tanesinin de ayakta sıralarını beklediklerini gördü.

  Diş doktoru Yunus bey, dişçi koltuklarında oturan her 3 hastasının tedavisini de gayet usta bir şekilde aynı zamanda yapıyordu.

  Herhalde zamansızlıktan olacak ki yine de her gelen müşterisi ile tek tek ilgilenmek zorundaydı. Hastalardan bir tanesi ağzını öylece açmış ve yumak gibi bir gazlıbez parçasını dişlerinin arasında sıkıştırmaya çalışıyordu.

  Diş doktorunun yanında asistan olarak çalıştığı anlaşılan genç bir kadın da hastalarla ilgilenmeye çalışıyor ve doktorun bazı pratik işlerine diğer genç bir delikanlı ile birlikte yardımcı olmaya çalışıyordu.

  Diş doktoru Yunus bey, Bekir’in kapıyı açıp içeriye doğru bakmasını gördüğünde ona dönerek;

   – Buyrun, siz şöyle oturun sıranızın gelmesi fazla sürmez dedi.

  Tam o sırada kapıdan içeriye Bekir’in bir köylüsü yaşlı Şexo Uludağ amca tedavinin yapıldığı bölüme  girerek doktor Yunus beyin yanına gelerek;

   – Yunus bey, dişimin ağrısından duramıyorum ne yaparsan yap beni bu ağrılardan kurtar, sana yalvarıyorum doktor bey.

  Diş doktoru Yunus bey, koltuklardan birisinde uzanmakta olan biraz genç olan hastalardan birisini kaldırarak boşalan koltuğa yaşlı amcayı yatırıp hemen onun tedavisine başladı.

  Bekir, doktor ile konuşmasından ardından dışarı çıkarken eşi halen yanındaki kadınla sohbetine devam ediyordu.

 Eşine;

  – Bir şeyler istermisin? Diye sorduğunda, eşi birşey istemediğini söyledi.

  Dışarı çıkan Bekir hemen yan taraftaki kebabçıya girerek küçük bir kebab ısmarlayarak hemen üstüne de acele bir şekilde bir çay içti.

  Saat; 14.00’ü bulmuştu. iki küçük şişe su alarak tekrer içeri dönerek  bir şişe suyu eşine verirken içerde yine aynı sayıda müşterinin olduğunu görünce içinden;

   – Vallahi bugün bize sıra çok zor  gelir herhalde ama yine de bekleyelim, bir kez gelmiş bulunduk işte diyerek söylendi kendi kendine.

  Bazı hastalar tedavi edilip evlerine giderken bir taraftan da yeni hastalar geliyordu. Yaklaşık 10 dakika geçtikten sonra Bekir doktorun olduğu bölmenin kapısını açarak daha ne kadar bekleyeceklerini sordu ve doktor kendisine hemen içeri geçebileceklerini söyledi Bekir’e.

   Bunun üzerine Bekir, hemen eşine işaret vererek içeri geçmesini söyledi.

  Eşi tedavi için içeriye geçtikten sonra Bekir ise, bekleme salonuna dönüp bir sandalyaye oturarak masanın üzerinde durmakta olan günlük gazetelere göz geçirmeye başladı. Tam o sırada, kapıdan içeriye 30 yaşlarında görünen ve başını bir yandan bir yana doğru bir başörtüsü ile çepeçevre sarmış olan bir erkek girerek boş sandalyelerden birisine çömeldi.

  Bekir gazetelere göz gezdirirken bir  taraftan da içeri yeni giren genç adama göz ucuyla bakmaya başladı. Yeni gelen adamın yüzüne  genç yaşına rağmen bir yorgunluk çökmüş ve kılık kıyafetinden inşaat işçisi olduğu anlaşılıyordu.

  O sırada Bekir’in aklına, cebinde bulunan paranın doktorun tedavi parasına yetmeyeceğine düşüncesi geldi ve hemen dışarı çıkarak yan taraftaki bankomatikten 5000 lira çekerek hızlı bir şekilde dişçinin muayenehanesine geri döndü.

  Bekir bekleme salonuna girip sandalyeye oturduğunda, biraz önce içeriye girmiş ve halinden inşaat işçisi olduğu anlaşılan genç adamın doktorun olduğu yan odanın kapısının önünde diş doktoruna başında ki başörtüsünü çıkarmış bir şekilde dişlerini göstererek birşeyler anlatmaya çalışıyordu;

  – Aaa, bak doktor bey üst çenemdeki sağ tarafında ki en arkada bulunan dişim çok ağrıyor diyerek parmağı ile ağrayan dişini göstermeye çalışıyordu.

  Diş doktoru hemen kapı önünde ağzını iyice açmış bulunan inşaat işçisi hastanın ağzının içine iyice bakarak dişinin ya çekilmesi ve sonrasında da dolgu vaya köprü yapılması gerektiğini belirtti kendisine.

   Diş doktoru bir taraftan da içerde koltuklar da yatmakta olan hastalarına bir an önce dönmek isterken bir taraftan da halen ağzını açık tutmakta olan inşaat işçisine yapacağı tedavinin tutarını anlatmaya çalışıyordu.

  Diş doktoru yapacağı diş çekimi için 100 lira, dolgu için 1000 lira ve köprü için ise 2000 lira alacağını söylediğide genç adam;

   – Bu kadar parasının olmadığını bir inşatta beton işi yaptığı için maaşını en erken 10 gün sonra alabileceğini söyledi doktora. Genç adam, cebinde olsa olsa en fazla 50 lira  olabileceğini söylediğinde, doktor;

   – Tamam olur, bir şeyler yaparız yanlız biraz beklemen gerekecek.

  Genç adam çok çok sağol varol diyerek dönüp bir sandalyeye oturarak sıranın ona gelmesini beklemeye başladı.

  Bütün bu olup bitenleri göz ucuyla izlemekte olan Bekir tüm cesaretini toplayarak genç adamın yanında ki sandalye ye kayıp otururken adama merhaba, nerelisin ? diyerek söze başladı.

  Genç adam, Şırnak’lı olduğunu ve  ailesinin Adana’da ikamet ettiğini şu anda ise Konya-Kulu’da büyük bir inşaat projesinde beton dökümcüsü olarak çalıştığını söyledi.

  Bekir, genç adama şöyle dışarı çıkıp birer sigara içmeyi önerdinde ve bunu memnuniyetle kabul eden genç adamla birlikte dışarı çıkarak hemen kapının dışında durup birer sigara yaktılar.

  Adı Süleyman olan genç adam, Şırnak’ta ki köylerinde kendilerine devlet tarafından koruculuk dayatıldığını ve kendileri bunu kabul etmedikleri için de köylerinin tamamen yakılarak tüm köylülerin değişik batı köylerine göçerdiklerini söyledi.

   Kuzeni olan genç bir kadının bu baskılar karşısında Gerillaya katıldığını söyleyen Süleyman, Adana’da ki ailesine de sürekli olarak harçlık göndermek zorunda olduğunu ve kendisinin inşaatlar da iş bulunduğu sürece sürekli olarak çalıştığını ekledi sözlerine.

  Konuşmasından, yurtsever ve duyarlı olduğu anlaşılan genç adamın bu anlattığı şeyler, Bekir’in canını oldukça sıkmıştı.

   Genç adam o kadar yoksul ve çaresiz idi ki, belkide cebinde ki son paralarla dişini bile  çektiremiyecekti.

  Bekir ile Süleyman tekrar bekleme odasına döndükten kısa bir süre sonra, Bekir’in  eşi de muayehane odasından bekleme odasına geldi ve bugün yapılabilecek tedavinin bittiğini ve gelecek hafta tedavinin kalan bölümünü bitirmek için tekrar gelmesi gerektiğini söyledi.

  Bekir, eşine arabasının anahtarını vererek kendisini arabada beklemesini söyleyerek diş doktorunun ücretini vermek için doktorun bulunduğu bölüme geçti.

  Bekir eşinin dışarı çıkmasının ardından yan odadaki muayehanesinin kapısını açarak doktor’a ; Ne kadar borcumuz var doktor bey diye sordu?

   – Vallahi acelesi yok canım, gelecek hafta geldiğinizde ödemenizi yaparsınız, ki zaten fazla bir borcunuz da yok zaten. Ama yine de bu gün yaptığım muayyenenin tutarı olan 1000 lirayı öderseniz bu yeterlidir.

  Bekir muayyene tutarını duyunca içinden;

   –  Bayağı ucuzmuş vallahi, fakat nihayetinde ben döviz bozdurup ödemeyi yaptığım için bana çok ucuz geliyor diye geçirdi içinden. Fakat bu muayyene ücretleri Türkiye’de yaşayan insanlara bayağı pahallı geliyordu.

  Bekir, tam diş doktoruna teşekkür edip edip ayrılırken diş doktoruna biraz  daha yaklaşarak alçak sesle;

   – Sayın doktorum oturma odasında beklemekte o inşaat işçisinin tedavi ücretini şimdi ödemek istediğini ve yıne bunun kendisi ile doktor arasında kalması gerektiğini söyler kendisine. 

  Diş doktoru ise, içten gülümseyerek babacan ve yumuşak bir ses tonuyla Bekir’in bir ödeme yapmasına gerek olmadığını ve gereken tedavi için zaten bir ücret almayacağını söyledi.

   Ayrıca kendisinin böyle zorda olan hastalardan bir ücret talep etmediğini söyledi.

  Diş doktoru, ayrıca gelen o inşaat işçisinden para talep etmesinin tamamıyla onu denemek amacı ile yaptığını ve adamın gerçekten parası olmadığına kanaat getirdiğini ve tüm tedavisini bedava yapacağını  alçak bir sesle bir kez daha belirtti Bekir’e.

  Bekir ise bu sözler üzerine doktora 1000 lira vererek en azından yapılacak diş çekme ve köprü yapma tedavisinin yarısını ödeyerek vicdanın rahatlıyacağını söyledi ve doktora teşekkür edip hatırını isteyerek doktorun odasından çıktı.

   Bekir, bekleme odasında oturmakta olan Süleyman’dan hatır isteyerek dışarıda beklemekte olan eşinin yanına doğru yöneldi.

  Eşiyle birlikte köyün yolunu tuttuklarında, bundan böyle kürdistan özgürlük mücadelesine daha fazla katkı sunacakları sözünü verdiler birbirlerine.

  Bekir köye varıp, arabasını  evlerinin  büyük bahçe kapısından içeri doğru sürüp durduğunda annesini onları merakla beklediğini gördü.

  Annesini görür görmez, kendisine ısmarladığı karpuz, su ve ekmeği almayı unuttuğunu farketti.

 

 

Yusuf Z. Sütcü

Kopenhag, 20 ocak. 2021