Yeni Bir Türkü : Batmanê / Bilal Celeplii

  1. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İtilaf Devletleri’nin çekilmesiyle beraber Anadolu’da askeri ve egemen güç, ulusalcı ve faşist görüşlü bir grup askerin eline geçti. Bu grup, kurdukları yapay devlete Türkiye adını vermişlerdi. Şimdi ise bu yapay devlete devşirme bir ulus millet oluşturmak gerekiyordu. Bunun için ilk hedefleri Anadolu ve Mezopotamya’nın kadim halkları olan Kürtler, Lazlar, Rumlar, Süryani ve Ermeniler gibi birçok yerli halkı sindirmek, asimile etmek ve yok etmekti. Devletin halkları sindirme ve asimile etme çabası kurulduğu günden bugüne değin devam ediyor. Bu amaca ulaşmak için insanlık tarihinde pek fazla örneği olmayan, insanlık dışı hadiseler de yaşandı. Hatta Rize, Ağrı, Dersim, Şırnak ( 1994 ve 2011 olmak üzere 2 kere ) gibi illerde sivil halklar uçaklar ve helikopterler tarafından bombalandı. Kürtler ise bu sisteme en çok direnen ve sistemin tüm barbarlık ve zalimliklerine rağmen kendisinden ödün vermeden Dünya’da zulüm gören tüm halklara örnek olan bir direniş sembolü oldu. Devlet, zorbalık, zulüm ve kan ile başaramayacağını anlayınca zaman zaman farklı metotlara başvurdu. Bu metotlardan biride Kürdistan coğrafyasına gönderilen imam ve öğretmen gibi devlet memurlarının misyonerlik yapıp başta çocuk ve gençler olmak üzere halkı kendi kültürleriyle çatışmaya itip ulusçu devlet fikirleriyle zehirlemekti. Yine bu memur gibi görünen devlet ajanı misyonerler, aşiretler ve köyler arası fitne ve fesatta bulunarak Kürtlerin kendi içlerinde ayrılmalarına hatta birbirlerinin kanını dökmelerine neden oluyordu. Kürdistan coğrafyası kadar olmasa da Konya Kürt köylerinde de aynı bilince sahip, devletin misyonerlik görevini üstlenen öğretmen ve memurlarını görmek pek şaşırtıcı değildi, ne de olsa sistemin yetiştirdiği ve ulus devlet yapısının faşizan ruhunu taşıyan öğretmenlerdi bunlar. Bu düzen ve sistemle ilk tanışmam annemin kendi ilkokul dönemlerine ait anlattığı bir olayla başladı. Celep’te 1974-75 senelerinden bir ilkokul öğrencisi olan annemden, öğretmenlerin Kürtçe konuşmayı yasakladığı ve akşamları pencerelerinizin önüne gelip sizleri gizli gizli dinleyeceğiz diye öğrencileri korkuttuklarını öğrendim. Ve yine annem, zaman zaman öğretmenlerin sınıftan rastgele bir çocuk seçip “dün senin pencerenin önündeydik ve Kürtçe konuştun” diyerek çocukları cezalandırıp dövdüklerini anlattı. Bu faşist zihniyetteki sözde öğretmenler, ailesiyle Kürtçe konuşan öğrencileri cezalandırıp, şiddet ile sindirmeye çalışıyorlardı. Bu şekilde 7-8 yaşındaki çocuklar için asimilasyonun ilk adımı atılıyordu. Celep’te 1974’te bu olaylar yaşanırken aradan tam 33-34 yıl sonra benzer bir olayı benim ve arkadaşlarımın yaşayacağı kimsenin aklına gelmezdi. Hükümetler, bakanlar ve öğretmenler değişiyordu. Sistem aynı kalıp isimleri değişiyordu, bir bakıma  faşist ve ulusalcı sistem devam ediyordu. Celep İlköğretim Okulu’nda 2007 ya da 2008 yıllarında, 7. Sınıfa giden bir öğrenciydim. Sınıfımız 27 kişiden oluşuyordu. Hepimiz bir aile gibiydik. Sonuçta aynı köydeniz, hepimiz komşuyuz; birbirimizin anne, babalarını ve ailesini tanıyan, aynı duyguları yaşayan, aynı kültürü paylaşan kocaman bir aile gibiydik. Siyaset ve politikayı hiç bilmeyen çocuklardık. Erkek öğrenciler olarak en büyük eğlencemiz; haftasonları Gomê Zeydo veya Çaxîrê Malê Nebî’de oynayacağımız futbol maçlarıydı. O dönem internete ulaşmak zor olduğu için Kürtçe kılamlar dinlemek ise bir lükstü. Boş derslerde veya teneffüslerde sesi güzel olan arkadaşlarımızın bizlere seslendirdiği kılamlar ile içimizdeki Kürtçe eserlere olan hasret bir nevi olsun diniyordu, ruhumuzu bu şekilde dinlendiriyorduk. Arkadaşlarım H.Y. , H.Y. ve R.K’dan Osman Yılmaz’ın Zelîxamin ve M.T’ten Koma Xelîkan’in Gula Mamê eserlerini dinlemeyi o kadar özledim ki sizlere anlatamam. Şu an o eserlerin sahibi olan Osman Yılmaz’dan veya Koma Xelîkan’dan o eserleri dinlemek inanın o hissi yaşatmıyor bende. Bir gün Ş.Y. isimli arkadaşımız teneffüste sınıfta otururken, babasının İsveç’ten yeni bir Kürtçe kaset getirdiğini ve yeni bir kılam ezberlediğini söyledi. Başlarda söylemek istemese de ısrarlarımıza dayanamayıp, bizlere yeni öğrendiği kılamı seslendirmeye karar verdi. Hepimiz heyecanlanmıştık, yeni bir Kürtçe eser dinleyecektik. Arkadaşımız o zaman ilk defa dinlediğimiz “Batmanê” eserini okudu. Eserin sözleri şu şekildeydi;

Batmana Kurda ye lêbilê gulê lêbilê gulê lê lê Batmana Kurda ye sîng sedefê, dev biçukê, çav belekê, enî gewherê, canê Petrola Kurda ye lêbilê gulê lêbilê gulê lê lê Petrola Kurda ye sîng sedefê, dev biçukê, çav belekê, enî gewherê, canê...

Hepimiz eserin ritmine kapılıp, ellerimiz kızarıncaya kadar alkışlamıştık arkadaşımızı. Tam o sırada dönemin Türkçe dersine giren erkek öğretmen, içeri girip az önce dinlediğiniz eseri Türkçe’ye çevirin dedi. Bir şeyler olduğunu fark etsek de hâlâ olayı anlayamamış saf çocuklardık. Ben hatırladığım kadarıyla ‘ Batman ve petrolün Kürtlerin olduğu kısmı dahil ‘ düz bir şekilde çevirdim. Eline ince, inşaatlarda kullanılan çıta dediğimiz sopayı alan öğretmen, tüm sınıfı sıra dayağına almış; bazılarının eline bazılarının ise kafasına vurmuştu. Sıra bana gelince ‘ demek petrol Kürtlerin ha! ‘ diyerek dayağın dozunu ve sayısını arttırmıştı. Hiç birimiz bu cezanın neden olduğunu anlayamamıştık. Bir nevi 7/A sınıfı farkında olmadan faşizm ve ulus devlet ruhu ile tanışmıştı o gün. Ve inanıyorum ki bugün dahi o ruh hâlâ okullarımızda ve hayatın çeşitli alanlarında bizleri cezalandırmak için fırsat kolluyor.

Yazının içeriği yazara aittir.